Toprağı sarmalayan köklerinden, havayı temizleyen yapraklarına...
Ağaçlar; hani şu ansiklopedilerde kısaca,“ gelişimini her yıl yenileyen, çok yıllık odunsu bitki ” diye nitelenen yani her sene gençlikten yaşlılığa doğru zamanı hızla tüketerek yaşayan ve sonra yine başa dönen, tabiat ananın harika çocukları. Yeşilin her tonunu kuşanarak, cennetten güzellikleri yerkürenin tamamına yansıtan; türlü nankörlüklere rağmen bıkmadan usanmadan toprağı besleyip, havayı temizleyen bitkiler dünyasının dev örnekleri.
Onların da ayrı bir dünyası var tabii ki, doğanın acımasız kanunlarıyla kuşatılan. Bir çok ağaç türü için, insan ömrünün çok daha uzununa sahip olan hayatlarını geçirip yaşlanırken, kim bilir ne romanlar yazılır o ilginç anılarıyla ama şikayet etmeyi hiç beceremediklerinden olsa gerek ki, kimsecikler açıp da okumayı akıl edemiyor, onların o gizli anı defterlerini.
Yeryüzünün oluşumu sürecinde ilk ortaya çıkan basit örneklerin, yani çiçeksiz ve tohumsuz bitkilerin ardından, gerçek bitkilerin ve ağaç topluluklarının türeyişi, günümüzden 300-350 milyon yıl kadar önceki döneme denk gelmekte.
Yer altı zenginlikleri olarak günümüze yansıyan ve ısınma amacıyla kullandığımız kömür yataklarını oluşturan bu eski ağaç kolonilerinden bu yana, doğada kaç kez devri daim olduğu bilinmese de, türlü afetler nedeniyle bu orman varlıklarının yeniden var olup yok oluşa koştuğundan da belli ki, yaşama sımsıkı bağlı, inatçı bir yapıları var. Zaten, soğuk sıcak dinlemeden, bol sulu alanlardan çöle kadar hemen her yere demir atmaları da bunun iyi bir örneği olsa gerek.
İlk insanların, ağaç kovuklarından barınak olarak yararlanmaları veya tehlikelerden kaçıp, canlarını kurtarmak için ağaç dallarına sığınmaları insan ağaç ilişkisinin ilk örneği olmalı. Meyvelerinden nasiplenme, dallarına konmuş hayvanları avlama ve belki tok karnına yatıp dinlenmek için kızgın güneşten koruyucu ağaç gölgesinden yararlanma gibi ihtiyaçlar, insanların bu yeşil dünyayı çok sevmesine yol açmıştır denilebilir.
Belki dilleri olsa da söyleseler; kim bilir, kaç bin yıldır onlara yaşattığımız sıkıntıların, yaptığımız nankörlüklerin haddi hesabı yoktur. Filozof Diyojen'den beri “gölge etme başka ihsan istemem diyerek ” kendi sevdiklerinin gölgesine bile dayanamayan ve işine kimsenin karışmasına dayanamayan kibirli insanoğlunun, doğanın rast giden her işine burnunu sokmaktan kaçınmayışı ve üstelik serin bir ağaç gölgesi buldu mu sevinçten gözlerinin parlaması ama eline fırsat geçti mi de balta veya ateşle aynı ağacın sonunu hazırlaması, ne büyük bir nankörlük örneğidir.
Ağaçların da şanslısı şanssızı vardır. Kimisi, atalarının daha öncelerden mekan tutup yeşile boyadığı serin bir vadide, bazen tam bir akarsuyun kenarında, kendini sayfiye evine kapatmış zenginler gibi lüks bir hayat içinde bulur; kuşlar, kelebekler ve sincaplarla körebe oynarlar gün boyu. Gece olunca baykuşlar sohbete gelir, dallarıyla oynaşan rüzgarların ıslıklarına vokal yapıp neşelenir puhu kuşları. Sıcak gecelerde, ateş böceklerinin rengarenk dansına, cırcır böceklerinin melodileri yol verir. Ay ışığında pusuya yatmış yırtıcıların, avlanma zevkine şahit olur dallardan fışkıran yeni patlamış gözleriyle ağaçlar.
Kimisi de çok şanssızdır; kel bir tepenin yamacında, uçurumdan aşağı kaymamak için tutunacak dal arayan zavallılar gibi, kayan toprağa, akan sel sularına direnmeye çalışan bir isyankardır, cılız dalların sahibi ağaççıklar. Issız bir tepede, gelip geçecek canlıları bekleyen yorgun gözleriyle, şarkılarına hasret kaldığı serçe yavrularının dönüşünü dert edinen bir hüzün bekçisidir o. Yıllardır felçliler gibi kıpırdamadan yaşadığı yamaçta, uzak diyarların görüntülerini ona anlatacak gezginlerini beklemektedir ama çoğu zaman nasibine düşen, heyelanlar sebebiyle kayıp gelen kaya parçaları olur nedense.
Bazısı çok çelimsizdir ağaçların, bodur boylarıyla ancak kendilerine yeter ürettikleri güzellikler. Kısa ömürlerinde hep çalışmak düşmüştür kısmetlerine. İri yarı dostlarının arasından güneşe doğru kıvrılmaktan da eğri büğrü olmuştur gövdeleri. Yine de, bahar gelince dallarına can yürür, gözlerden çiçekler patlar; renkli bayram elbiselerini kuşanırlar kısa süreliğine ve hamaratlıklarının ödülünü de dayanılmaz tatlardaki meyveleriyle görürler, başkalarına yedirip övgüler alma bedeliyle.
Bazısı da dev gibi boyu ve metrelerce genişlikte gölge oluşturan gövdesiyle, rakiplerine meydan okuyan pehlivanlar gibidir. Uzun ömürlerinin keyfini doya doya çıkarırlar, anıları boldur onların. Kucak açtıkları hayvan varlığıyla hayvanat bahçeleri oluşur belki. Meyveleri yenmez onların ama gölgeleri değerlidir. Bir çok işyeri açmış holding patronları gibi, besledikleri canlıların çokluğuyla hava atıp dururlar. Asırlara meydan okurlar ama çırpı ağaçkakanların açtığı gövde delme işini, bir süre sonra devralan eli baltalı orman düşkünlerinin elinde odun olunca anlarlar ancak, hayatlarının bir eski sobada son bulacağını.Uzmanları başka türlü sınıflandırır ağaçları. Tohum yapısına göre, tek veya çift çenekli (parçalı) olarak ya da yaprak tipine göre, iğne yapraklı veya geniş yapraklı diye ayırırlar genellikle. Reçineli ve reçinesiz, orman halinde bulunan veya tek yaşayan diye de bazen. Nasıl ayırırlarsa ayırsınlar; ağaçların hepsi dosttur, bolluk bereket örneğidir, besin kaynağıdır diğer canlılar için. Hele insan için öylesine bir ihtiyaçtır ki, yaşarken kıymetini bilemesek de çoğu zaman, öldükten sonra bile gölgesini isteriz bir ulu çınarın, mezarımızın üzerinde.
İğne yapraklı, kozalaklı ve reçineli ağaçları değişik çam türleri olarak biliriz. Kimisi fıstık verir kozalaklarından, yemeklere ve tatlılarımıza süs olur; kimisi de sadece pikniklerde gölgelik ve tutkallarımıza reçine kaynağı. Geniş yapraklılarsa türlü türlüdür. Gürgenler, kestaneler, meşeler, kayınlar, dişbudaklar ve diğerleri sürü halinde yaşayıp ormanlıklar oluştururken; ceviz, kavak, çınar, söğüt ve ıhlamur diye bilinenleriyse çoğu kere tek başlarına yaşarlar bir yerlerde ya da insanların keyfine göre, bahçeleri süslemek üzere bina diplerinde.
Defne, söğüt, ceviz ve kavak gibi 100-150 yıl yaşayan ömürsüzleri de vardır; servi, çınar ve zeytin gibi 300-500 yıl hatta uygun şartlarda 1000 yıl kadar yaşayan ulu ağaçlar da. En bodur ve kısa ömürlüleri de meyveleriyle bizleri besleyen en sevimlileridir herhalde. O kadar çok çalışıp meyve verirler ki, her hasat döneminde ömürlerinden bir yıl daha kısalır sanki yorgunluktan. Dalları ve yapraklarıyla en çok hışmımıza uğrayıp, genç yaşta sakat kalmak da cabası.
Ağaçlar vazgeçilmezdir oysa bizler için. Sağladığı türlü yararların yanında önemli bir kıyakları da vardır ki, ne kadar teşekkür etsek az gelir doğrusu. İnsan ve hayvanın doğaya yani atmosfere nefes yoluyla saldığı zararlı karbondioksiti alıp, o zarif yapraklarıyla bir oya gibi işleyerek oksijene çevirmeleri ve yine hizmetimize sunmaları ne bulunmaz bir nimettir bizim için.
Yeşil bitkilerin tümünde bulunan klorofil maddesinin emir komutasında, ışık enerjisi kimyasal enerjiye çevrilip durur, o yalnız başlarına yaşayan cılız ağaçların becerikli yapraklarında. Havadan ödünç alınan karbondioksit, yapraklara taşınan suyla birlikte, güneş ışığının yardımı ve klorofil beyin gözetiminde bir kazana konup adeta, kısa bir hokus pokusun ardından bir karbonhidrat olan glikoz şekerine dönüşür, yanında da isteyene su verilerek. Bu üretimin yan ürünü de tertemiz oksijendir, bedelsiz olarak havaya serpilir yine, insan ve hayvanlar nasiplensin diye. Uzmanlar; bir tek kayın ağacının saatte 1.5-2 kg. oksijen ürettiğini yani bir yılda on insanın ihtiyacı olan miktarı bir tek ağacın sağladığını belirlemişler.
Anadolu'nun bereketler sunan coğrafyasında bir zamanlar ne ormanlar varmış ki, geçilmez kaleler gibi ürkütürmüş insanları. Timur'un fillerini saklayan İç Anadolu ormanlarının yerinde 6 asır sonra yeller esiyor ancak. 3 000 yıl kadar önce % 70'i ormanlarla kaplı olduğu söylenen Anadolu'da bugün bu oranın % 20'lere indiği haykırılıp, imdat seslerine kulak verilmesi isteniyor uzmanlarca. Eli baltalı amatör ormancıların yerini motorlu testereleriyle alan havalı yok ediciler çıkalı beri, ağaçların boynu daha bir bükük sanki. Ormanlardan yükselen hüzün korolarını duyan var mı dersiniz ?
Türlü sebepler ve ihmallerle reva görülen yangınların gücüne dayanacak ağaç mı olur ? Bu Neron'luğun sonu gelmeyecek mi ? Artık yeni tamamlanmış barajları bile, zamanından önce doldurup ömürlerini kısaltan toprak erozyonuna direnecek son kaleler olan ağaçları da yok etmenin bedelini niye bu kadar çabuk görmek ister o şaşkın beyinler, bilmem ki ? Turistik yörelere yakın olma şansıyla, Milli Park haline getirilip kurtarılan az sayıdaki ormanlık alanın dışında kalan nice asırlık yeşil kuşağın feryatlarına, daha ne kadar kulak tıkanabilecek ki ? Bir gün doğa ana, elimizi bırakır mı dersiniz, uçurum kenarında kayıp gitmeye mahkum bedenimizi tutan şefkatli ellerinden ?
Ağaçlar; hani şu ansiklopedilerde kısaca,“ gelişimini her yıl yenileyen, çok yıllık odunsu bitki ” diye nitelenen yani her sene gençlikten yaşlılığa doğru zamanı hızla tüketerek yaşayan ve sonra yine başa dönen, tabiat ananın harika çocukları. Yeşilin her tonunu kuşanarak, cennetten güzellikleri yerkürenin tamamına yansıtan; türlü nankörlüklere rağmen bıkmadan usanmadan toprağı besleyip, havayı temizleyen bitkiler dünyasının dev örnekleri.
Onların da ayrı bir dünyası var tabii ki, doğanın acımasız kanunlarıyla kuşatılan. Bir çok ağaç türü için, insan ömrünün çok daha uzununa sahip olan hayatlarını geçirip yaşlanırken, kim bilir ne romanlar yazılır o ilginç anılarıyla ama şikayet etmeyi hiç beceremediklerinden olsa gerek ki, kimsecikler açıp da okumayı akıl edemiyor, onların o gizli anı defterlerini.
Yeryüzünün oluşumu sürecinde ilk ortaya çıkan basit örneklerin, yani çiçeksiz ve tohumsuz bitkilerin ardından, gerçek bitkilerin ve ağaç topluluklarının türeyişi, günümüzden 300-350 milyon yıl kadar önceki döneme denk gelmekte.
Yer altı zenginlikleri olarak günümüze yansıyan ve ısınma amacıyla kullandığımız kömür yataklarını oluşturan bu eski ağaç kolonilerinden bu yana, doğada kaç kez devri daim olduğu bilinmese de, türlü afetler nedeniyle bu orman varlıklarının yeniden var olup yok oluşa koştuğundan da belli ki, yaşama sımsıkı bağlı, inatçı bir yapıları var. Zaten, soğuk sıcak dinlemeden, bol sulu alanlardan çöle kadar hemen her yere demir atmaları da bunun iyi bir örneği olsa gerek.
İlk insanların, ağaç kovuklarından barınak olarak yararlanmaları veya tehlikelerden kaçıp, canlarını kurtarmak için ağaç dallarına sığınmaları insan ağaç ilişkisinin ilk örneği olmalı. Meyvelerinden nasiplenme, dallarına konmuş hayvanları avlama ve belki tok karnına yatıp dinlenmek için kızgın güneşten koruyucu ağaç gölgesinden yararlanma gibi ihtiyaçlar, insanların bu yeşil dünyayı çok sevmesine yol açmıştır denilebilir.
Belki dilleri olsa da söyleseler; kim bilir, kaç bin yıldır onlara yaşattığımız sıkıntıların, yaptığımız nankörlüklerin haddi hesabı yoktur. Filozof Diyojen'den beri “gölge etme başka ihsan istemem diyerek ” kendi sevdiklerinin gölgesine bile dayanamayan ve işine kimsenin karışmasına dayanamayan kibirli insanoğlunun, doğanın rast giden her işine burnunu sokmaktan kaçınmayışı ve üstelik serin bir ağaç gölgesi buldu mu sevinçten gözlerinin parlaması ama eline fırsat geçti mi de balta veya ateşle aynı ağacın sonunu hazırlaması, ne büyük bir nankörlük örneğidir.
Ağaçların da şanslısı şanssızı vardır. Kimisi, atalarının daha öncelerden mekan tutup yeşile boyadığı serin bir vadide, bazen tam bir akarsuyun kenarında, kendini sayfiye evine kapatmış zenginler gibi lüks bir hayat içinde bulur; kuşlar, kelebekler ve sincaplarla körebe oynarlar gün boyu. Gece olunca baykuşlar sohbete gelir, dallarıyla oynaşan rüzgarların ıslıklarına vokal yapıp neşelenir puhu kuşları. Sıcak gecelerde, ateş böceklerinin rengarenk dansına, cırcır böceklerinin melodileri yol verir. Ay ışığında pusuya yatmış yırtıcıların, avlanma zevkine şahit olur dallardan fışkıran yeni patlamış gözleriyle ağaçlar.
Kimisi de çok şanssızdır; kel bir tepenin yamacında, uçurumdan aşağı kaymamak için tutunacak dal arayan zavallılar gibi, kayan toprağa, akan sel sularına direnmeye çalışan bir isyankardır, cılız dalların sahibi ağaççıklar. Issız bir tepede, gelip geçecek canlıları bekleyen yorgun gözleriyle, şarkılarına hasret kaldığı serçe yavrularının dönüşünü dert edinen bir hüzün bekçisidir o. Yıllardır felçliler gibi kıpırdamadan yaşadığı yamaçta, uzak diyarların görüntülerini ona anlatacak gezginlerini beklemektedir ama çoğu zaman nasibine düşen, heyelanlar sebebiyle kayıp gelen kaya parçaları olur nedense.
Bazısı çok çelimsizdir ağaçların, bodur boylarıyla ancak kendilerine yeter ürettikleri güzellikler. Kısa ömürlerinde hep çalışmak düşmüştür kısmetlerine. İri yarı dostlarının arasından güneşe doğru kıvrılmaktan da eğri büğrü olmuştur gövdeleri. Yine de, bahar gelince dallarına can yürür, gözlerden çiçekler patlar; renkli bayram elbiselerini kuşanırlar kısa süreliğine ve hamaratlıklarının ödülünü de dayanılmaz tatlardaki meyveleriyle görürler, başkalarına yedirip övgüler alma bedeliyle.
Bazısı da dev gibi boyu ve metrelerce genişlikte gölge oluşturan gövdesiyle, rakiplerine meydan okuyan pehlivanlar gibidir. Uzun ömürlerinin keyfini doya doya çıkarırlar, anıları boldur onların. Kucak açtıkları hayvan varlığıyla hayvanat bahçeleri oluşur belki. Meyveleri yenmez onların ama gölgeleri değerlidir. Bir çok işyeri açmış holding patronları gibi, besledikleri canlıların çokluğuyla hava atıp dururlar. Asırlara meydan okurlar ama çırpı ağaçkakanların açtığı gövde delme işini, bir süre sonra devralan eli baltalı orman düşkünlerinin elinde odun olunca anlarlar ancak, hayatlarının bir eski sobada son bulacağını.Uzmanları başka türlü sınıflandırır ağaçları. Tohum yapısına göre, tek veya çift çenekli (parçalı) olarak ya da yaprak tipine göre, iğne yapraklı veya geniş yapraklı diye ayırırlar genellikle. Reçineli ve reçinesiz, orman halinde bulunan veya tek yaşayan diye de bazen. Nasıl ayırırlarsa ayırsınlar; ağaçların hepsi dosttur, bolluk bereket örneğidir, besin kaynağıdır diğer canlılar için. Hele insan için öylesine bir ihtiyaçtır ki, yaşarken kıymetini bilemesek de çoğu zaman, öldükten sonra bile gölgesini isteriz bir ulu çınarın, mezarımızın üzerinde.
İğne yapraklı, kozalaklı ve reçineli ağaçları değişik çam türleri olarak biliriz. Kimisi fıstık verir kozalaklarından, yemeklere ve tatlılarımıza süs olur; kimisi de sadece pikniklerde gölgelik ve tutkallarımıza reçine kaynağı. Geniş yapraklılarsa türlü türlüdür. Gürgenler, kestaneler, meşeler, kayınlar, dişbudaklar ve diğerleri sürü halinde yaşayıp ormanlıklar oluştururken; ceviz, kavak, çınar, söğüt ve ıhlamur diye bilinenleriyse çoğu kere tek başlarına yaşarlar bir yerlerde ya da insanların keyfine göre, bahçeleri süslemek üzere bina diplerinde.
Defne, söğüt, ceviz ve kavak gibi 100-150 yıl yaşayan ömürsüzleri de vardır; servi, çınar ve zeytin gibi 300-500 yıl hatta uygun şartlarda 1000 yıl kadar yaşayan ulu ağaçlar da. En bodur ve kısa ömürlüleri de meyveleriyle bizleri besleyen en sevimlileridir herhalde. O kadar çok çalışıp meyve verirler ki, her hasat döneminde ömürlerinden bir yıl daha kısalır sanki yorgunluktan. Dalları ve yapraklarıyla en çok hışmımıza uğrayıp, genç yaşta sakat kalmak da cabası.
Ağaçlar vazgeçilmezdir oysa bizler için. Sağladığı türlü yararların yanında önemli bir kıyakları da vardır ki, ne kadar teşekkür etsek az gelir doğrusu. İnsan ve hayvanın doğaya yani atmosfere nefes yoluyla saldığı zararlı karbondioksiti alıp, o zarif yapraklarıyla bir oya gibi işleyerek oksijene çevirmeleri ve yine hizmetimize sunmaları ne bulunmaz bir nimettir bizim için.
Yeşil bitkilerin tümünde bulunan klorofil maddesinin emir komutasında, ışık enerjisi kimyasal enerjiye çevrilip durur, o yalnız başlarına yaşayan cılız ağaçların becerikli yapraklarında. Havadan ödünç alınan karbondioksit, yapraklara taşınan suyla birlikte, güneş ışığının yardımı ve klorofil beyin gözetiminde bir kazana konup adeta, kısa bir hokus pokusun ardından bir karbonhidrat olan glikoz şekerine dönüşür, yanında da isteyene su verilerek. Bu üretimin yan ürünü de tertemiz oksijendir, bedelsiz olarak havaya serpilir yine, insan ve hayvanlar nasiplensin diye. Uzmanlar; bir tek kayın ağacının saatte 1.5-2 kg. oksijen ürettiğini yani bir yılda on insanın ihtiyacı olan miktarı bir tek ağacın sağladığını belirlemişler.
Anadolu'nun bereketler sunan coğrafyasında bir zamanlar ne ormanlar varmış ki, geçilmez kaleler gibi ürkütürmüş insanları. Timur'un fillerini saklayan İç Anadolu ormanlarının yerinde 6 asır sonra yeller esiyor ancak. 3 000 yıl kadar önce % 70'i ormanlarla kaplı olduğu söylenen Anadolu'da bugün bu oranın % 20'lere indiği haykırılıp, imdat seslerine kulak verilmesi isteniyor uzmanlarca. Eli baltalı amatör ormancıların yerini motorlu testereleriyle alan havalı yok ediciler çıkalı beri, ağaçların boynu daha bir bükük sanki. Ormanlardan yükselen hüzün korolarını duyan var mı dersiniz ?
Türlü sebepler ve ihmallerle reva görülen yangınların gücüne dayanacak ağaç mı olur ? Bu Neron'luğun sonu gelmeyecek mi ? Artık yeni tamamlanmış barajları bile, zamanından önce doldurup ömürlerini kısaltan toprak erozyonuna direnecek son kaleler olan ağaçları da yok etmenin bedelini niye bu kadar çabuk görmek ister o şaşkın beyinler, bilmem ki ? Turistik yörelere yakın olma şansıyla, Milli Park haline getirilip kurtarılan az sayıdaki ormanlık alanın dışında kalan nice asırlık yeşil kuşağın feryatlarına, daha ne kadar kulak tıkanabilecek ki ? Bir gün doğa ana, elimizi bırakır mı dersiniz, uçurum kenarında kayıp gitmeye mahkum bedenimizi tutan şefkatli ellerinden ?
kaynak:Ahmet Nedim Nazlıcan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder